BİZ İYİ İNSANLARDIK!
Goethe’nin “Umutlar Ülkesi” kitabında geçen bir cümle hayatımızı özetler gibi: “Dünya, hassas kalpler için bir cehennemdir.”
Eğer vicdanlı, merhametli, hassas, duyarlı bir karakteriniz varsa, yaşadıklarınız her zaman ağır gelir.
Neye üzüleceğimizi, neyi koruyacağımızı, neye kızacağımızı, neye isyan edeceğimizi şaşırdığımız günlerden geçiyoruz.
Yazmaya başlamayı düşündüğüm her kelimeden neredeyse bir yazı çıkar.
Sorumluluğunu konu bazında kime bağlayacağımı bilmiyorum. Bildiğim bir şey var ki bu kadar kötülüğün içinde büyümedik biz.
***
İçinde çok ego barındırdığı ve iki kız kardeş büyüdüğümüz için, çoğul yazmak istedim size anlatacaklarımı.
Ortalama bir ailede büyüdük, zaman zaman uzun süreli aile büyükleri de katıldı aramıza. Neredeyse hiç birinin akademik ünvanı yoktu, bizi daha iyi yetiştirmek için.
Evimize her gün gazete alınırdı, haftalık iki dergimiz vardı, ayrıca bize de çocuk dergisi alınırdı. Tartışma, yarışma, spor programları zevkle izlenirdi. Siyaseti kabineyi sayacak kadar bilirdik, gündemse bu kadar kirli değildi.
Okula, kokarsa birinin canı isteyeceği beslenme götürmezdik. Sınıfta ihtiyacı olan biri varsa kimseye hissettirmeden ihtiyacı karşılanırdı. Daha önce de söylemiştim, doğup büyüdüğümüz yerde empati sahibi olmamıza sebep Huzurevi ve Yetiştirme Yurdu vardı. Orada olma sebeplerine üzülür daha itinalı davranırdık denk gelirsek. Elimizdekini paylaşmaktan çekinmezdik. Topluca alınan dondurma ve çekirdek alma kararımızı, annem bizi balkondan görüp para atana kadar kimseye bildirmezdik. Eşyası kıymetli olanlara nazaran yiyeceğimizi, oyuncağımızı, oyunumuzu paylaşırdık. Yaya teyzeye selam verir, yeni taşınana bir ihtiyacı olup olmadığını sorar, ailesinden uzak okumaya gelen öğrenci komşularımızla anne yemeklerini paylaşırdık. Bırak kendi evimizi, kim istese ekmeğini alıp sepete koyardık.
Sen bir bireysin diye büyütülmediğimiz için otoriteye, büyüğe, yaşlıya saygımız vardı. Salıncakta sıra bekler, toplu taşımada kucakta otururduk.
İstemesini bilmezdik, bize alınırdı. Büyüklerimizin küçülenlerini giyer, bize küçülenleri küçüklerimize verirdik.
Yüzümüz kızarır, başımız öne eğilirdi suçumuz varsa. Kimseye bile isteye zarar vermezdik.
Kendi adıma hatırlamadığım ama anlatılarak öğrendiğim üç beş tehlikeli girişimim var sadece. Kibritle oynarken saçımı tutuşturmak, burnuma yaprak sokmak, tadı hala ağzımda olan, adının Vidaylin olduğunu hatırladığım öksürük şurubundan biraz fazla içmek, koltuktan atlarken sehpaya çarpıp açılan kaş yarası, gerisi de diz yaralarımız işte. Dedim ya üç beşi geçmez diye…
Sokağa çıkma yasağı var denilince çıkmazdık. Sayacağız sizi dendiğinde, oturur memuru beklerdik sabırla. Elektrik kesintilerini radyonun pil kontrolünü yaparak, su kesintilerini evdeki kap kacağı doldurarak beklerdik.
Şimdiki nüfusun yarısı kadar bir nüfus vardı söylediğim zamanlarda. Bugünden farkı sosyal medya yoktu. Belki hayvana, çocuğa, insana tecavüz vardı, biz bilmiyorduk. Eşler pek ayrılmazdı, ayrılanlardan da gazete 3.sayfa haberi çıkmazdı kolay kolay.
Mental olarak daha sağlamdık demek ki antidepresan yoktu hayatımızda. İki tane delimiz vardı Apo ve Cem, kendi hallerindelerdi, onları görünce kaldırımın karşısına geçmemiz yeterliydi. Tehlike olarak görmezdik bile.
Yüksek sesle konuşmaz, evde top oynamaz, sokakta yemek yemezdik kimseyi rahatsız etmemek için.
Adres sorulsa tarif eder, çocukken bir iki kere denk geldiğimiz, sokakta sara nöbeti tutana su, soğan, kolonya yetiştirirdik.
Sıramızı beklerdik, kimsenin hakkını yemeyi düşünmezdik, torpil bulmaya çalışmazdık.
İşe giderken bebeğini bırakacak kimsesi olmayana yardım ederdik çözüm bulana kadar. Emanete itina ile bakardık.
Bebek arabasına, engelliye, karşıdan karşıya geçmeye çalışan köre yardım ederdik.
Devlet malı, vakıf malı kırmızıçizgimizdi, hakkımız olmayanı aklımızdan geçirmezdik.
Gazete eklerinin kâğıt maketlerinden dünyayı öğrenmeye çalışırdık, kupon biriktirip ansiklopedi alırdık, ülke bayraklarını ezberlerdik, her yerde eğitilirdik, soru soracağımız arama motorlarımız yoktu bizim.
Hayatımızdaki kötü karakterler bir elin parmağını geçmezdi. Şirinlerin peşinden koşan bir Gargamel, He-man’in kötü karakteri İskeletor, Jerry’i kovalayan Tom. Bizim için kötülük, iyi karakter mağduru kurtarana kadar sürerdi ve sonunda hep iyiler kazanırdı. Hayallerimiz de “Hop Hop değiş Tonton” repliğindeki kadar sınırlıydı.
Tanımadığımız kimselerle konuşmama nasihatı verilirdi bize. Tanıdıklarımızdan zarar gelmezdi demek ki!
Bize dişini fırçala dendiğinde nasıl olsa 6 yaşında dökülecek, niye fırçalıyorum demeyi akıl edemezdik.
Ya da yemeğini bitir yoksa arkandan ağlar dendiğinde, yemek nasıl ağlasın diye sorgulamazdık. Ne pişerse onu yer, sevmesek de faydasına inanır, Allah olmayanlara versin diyerek kalkardık sofradan.
***
Biz bu yaşadıklarımızı yazılı olmayan kurallardan öğrendik, bize öğretenler de iyi insanlardı biz de iyi insan olmaya çalıştık, iyi insan olmayı tercih ettik.
Acaba vergisini vermeyen, kara para aklayan, başı açık veya kapalı diye mobbing uygulayan, çocuğunu yetiştiremeyen, öğrencisini eğitemeyen, yemek versek yemezler diyen, soru sorulunca, sorunun yeri burası değil diyen, Başkomutan Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyen teğmenleri kınayan, minicik bedeni hayattan koparılan melek sorulunca eliyle sus işareti yapan, vermediği canı alanlar nasıl bir çocukluk geçirdi diye sormadan edemiyorum.
Bizim şimdi iyi insan, iyi vatandaş olarak, ağır enflasyondan, aşırı vergilerden şikâyet etmeye hakkımız yok mu? Ya da 35 lira borç alarak çocuğunun beslenmesine tost alan annenin hakkı yok mu?
Yaşadığımız çirkinliklerin sorumluluğunu kime yükleyeceğimi bilemedim.
Bildiğim bir şey var ki; yaşanılanlar, hiçbir dine, felsefeye, ahlaka, öğretiye sığmaz.
Benim otoriteye güvenmem için adaletine güvenmem gerek, çünkü adalet bir gün hepimize lazım olur.
Sorumluluğu kimseye yükleyemedim ama adalet timsali Hz. Ömer için yazılan Mehmet Akif Ersoy’un Safahat kitabından Koca Karı ile Ömer şiir’inden bir kesit paylaşmak istedim sizinle.
…
“Kenar’ı Dicle’de bir kurt kapsa koyunu,
Gelir de adil-i ilahi Ömer’den sorar onu.”